21 Ekim 2009 Çarşamba

kürdan

...
- Fırında makarna
- Kalmadı komutanım
- Pide alayım o halde ben
- Fırın kapalı komutanım
- Ne kaldı peki
- Kurufasülye
- Başka?
- Kurufasülye etli
- Başka ne var?
- Pilav
- O da etli mi? (böyle bir eğlenme çabası)
- Yok komutanım o şehriyeli
...

     Güzide bir şehrimizin pespaye orduevindeki, yer yer sağanak yağlı yer yer kuru ve sert yemek lekeleriyle bezenmiş bir örtüye sahip masada oturuyorum. Oturuyorum ve etli kurufasülyemle şehriyeli pilavımı bekliyorum. Yanına mayonezli rus salatası eklemekle menüm aristokrat bir havaya bürünmeyecek biliyorum ama en azından 'keyifli abdullahyıldız' yaratmak adına bir adım olsun. 'bir adım olsun' tam da adımdan sonra gelince pek bir hoş oldu ha, türkçeyi her yönüyle kullanmış gibi hissettim, gönendim...
     Kaşık ve çatalımı peçeteyle silmeye başladığım anda; gördüğü her sakallıyı askeriyenin bekasına tehdit sanan, her sakalsızı da komutan zanneden ve sırf bu yüzden sürekli bana 'komutanım' diye hitap eden asker/garson/bedava işçi/memleketin güzel evladı, elinde yemeklerle geliyor. Her ne kadar peçetelerin temizliğinden emin olmasamda renginin hala beyaz olması bu konuda beni umutlandırıyor. İşte tam o anda, evet tam da o anda; yani elim, acı olmayan ama sırf renk vermesini bile sevdiğim pul bibere uzandığı an, gözlerim tek bir noktaya kilitleniyor. Aman Allahım, bu nasıl bir ayrımcılık, bu nasıl bir korumacılık, bu nasıl bir anlayış ve davranış biçimi. Gözlerimi alamıyorum, donayazdım adeta. Etrafa baktım; sandalyeler, tabaklar, bardaklar, çatal, kaşık, bıçak, çiçekler, yazarkasa, perdeler..., oradan oraya servis yapmak için koşturan gencecik 'mehmetçik'ler çırılçıplak ve korumasızken kürdanlar ambalajlı. Dünya düzeni ne acayip, bir orduevi masasında bile sistemini oturtmuş. Küçük zümreler yine korumalı ; asıl işi görenler ortalıkta çırpınırken, dişlerimizi, ağzımızı, aklımızı karıştıyorlar...
     Çıktım, yürüyorum, kürdansız...

16 Ekim 2009 Cuma

hayat halatları 4

Dünyanın en inatçı şeyi, kaşıktan tavaya düşmeyen salçadır...

10 Ekim 2009 Cumartesi

hayat halatları 3

tuvaletini hızlı yapabilip, dışarda beklettiklerimizin yüzlerine bakarken daha az utanıp sıkılmamıza imkan sağlıyor olması, erkek olduğumuza şükretmemiz için geçerlibir sebeptir. ha kızların buna karşı savları vardır o ayrı...

3 Ekim 2009 Cumartesi

yırtık etiket 2

dizleri yıpranmış bol kumaş pantolonlu, yandan çantalı ve temiz yüzlü herkesi 'abi' sanmadığım an, sanki çok önemli bir boku becermiş gibi sevineceğim. ama bu asla ve asla olmayacak çünkü ne yaparsam yapayım bu düşünceden vazgeçemeyeceğim. hepsi demesem de %99 u abidir abi...

yırtık etiket 1

pos bıyıklı,hafif kirli sakallı, beyaz saçlı, rahat giyimli, boyundan asılmış küçük çantası olan insanların hepsini tiyatrocu olarak düşünmediğim gün, bir genellemenin daha sonuna gelmiş olacağım...

2 Ekim 2009 Cuma

hayat halatları 2

eskişehir'den ankara'ya 5 kilo kırmızı biber götüren bir anneye sahip olmak ve onları taşımak zorunda kalmak, hayattan soğumak için geçerli bir sebeptir. haa gidince deli gibi yerim, orasını karıştırana da kızarım, hem de yerken...

hayat halatları 1

Murat Boz'un şansının, cebinde parasının ve de bir arabasının olmaması; beni hayata bağlayan yegane sebeptir.

utanırım ben - minibüs

üzerinde bir kapşonlu taşıyan için sıcak, yanlızca bir tişört barındıran içinse soğuk; yani doğrunun, yanlışın, gerçeğin, yalanın ve bilimum ne kadar zıt şey varsa onların, şartlara, zamana, kişilere vb.ye göre değişebileceğini somut olarak örnekleyen bir hava içerisindeyim ve sıcaktan bunalıyorum. sanırım tişörtle duracak kadar üşümekten hazetmiyorum. temmuzu "eylül gelsin" nidalarıyla geçirdiğimi de biliyorum ama bu ne perhiz bu ne lahana turşusu işte onu anlamıyorum.
şu an minibüse ilk adımımı atıyorum, peki aynı anda nasıl bilgisayar kullanıyor ve de cümleleri toparlıyorum, saçmalıyorum... neyse, ilk adımımı atmıştım, daha fazlasını istesem de atamıyorum. "hala nefes alabiliyorsunuz olmaz ki böyle, sıkışalım lütfen" der gibi bakan şoföre "aile kurmak için daha çok gencim" der gibi bakıyorum ama aynı anda "kaptan şuradan bir kişi alır mısın?" dediğim için gözlerimdeki gizli manayı anlayamıyor. lisedeyken aldığım sosisli geliyor aklıma. yarım ekmeğin içi öylesine dolu olurdu ki, camdan sarkan çocuklara benzerdi malzemesi. minibüsle sosislinin benzerliği tam da bu noktada ortaya çıkıyor zira kafasını camdan çıkartan çocuğa annesi sağlam bir tokat geçiriyor karşımdaki koltukta. ibrahim abim yaşıyorsa selam olsun, o bizi hiç tokatlamazdı, bazen sosisli bazen de kaşarlı tost verirdi...
paramın üstünü bekliyorum. 30 kuruşluk bir alacağım var şoförden lakin ses seda yok. lafını yaptığımdan değil ama bir adaletsizlik duygusu sarıyor dört tarafımı. 10 dakikadır "ben eksik versem kesin laf ederdi" düşüncesi aklımda dönüp duruyor zira daha önce 10 kuruş (eskidendi tabi, 10000di o zamanlar) (bu arada yenisinin kuruş olması da ne acayipmiş) eksik diye minibüsten indirilmişliğim var. yine de bu kadar düşünmeme rağmen ağzımı açıp birşey demiyorum çünkü utanıyorum. haksızlığımı anlatmaktan ya da biriyle muhatap olmaktan çekindiğimden değil, 30 kuruşun hesabını yapan biri durumuna düşmekten ve de koskoca adama "paramı hacılama len" demiş gibi olmaktan utanıyorum. halbuki bilerek ya da bilmeyerek yapılan bir hatanın sonucu mağdur ve haklı olan benim. düşüncelerimin yaklaşık 25. dakikasındayım ve iniyorum. duraktan eve giden yokuşu sigaranın mahvettiği ciğerlerimin tıslamalarına rağmen tırmanırken "sen 1 ay çalış didin, sonra hiç yoktan paranı savur, aferin sana" diyerek kendimi paylıyor, eve giriyor, anneme sarılıyorum...
aslında 3. paragrafın sonunda bitmişti ama ortaokul kompozisyonları gibi illa 3 paragrafta bitmesin diye bunu da sonuna iliştiriverdim. güzelde oldu sevdim...

övgüyü elinden alın, cezayı eline verin; demokrasiye can verin

12 eylül geçti... hatta 29 eylül geçti üzerinden... üzerinden silindir gibi geçmişti hani kuş kadar demokrasimizin... üzmüştü de birçok kişiyi. ezilip büzülmek de ek olarak verilmişti hatta onlara, mütecavizlerin hakkı iken. gerçi tecavüz edenle tecavüz edilenin nikahlandığı coğrafyada şaşılacak bir bu mu kaldı canım? resmi ve örfi adalet sistemimizin el ele vererek girdiği binlerce günahı düşününce şu geliyor aklıma; toplumda adalet yoksa devlet yönetiminde neden olsun? neden adamın biri milletin iradesini hiçe sayarak yönetime el koymaktan geri dursun ki, devletin arazisine kafasına göre ev yapanlar varken. herkes gücü yettiği ölçüde birşeyler götürme telaşındaysa, 'asker doğan' bir milletin başkomutanı da devleti tekeline almak istemekte haklıdır kendince. hamuduyla götürme işlemini başarıyla gerçekleştirip oturmuştur marmaris'e oh paşalar gibi, hatta gibisi fazla, paşa! ve hala cumhurbaşkanlığı köşkünde ağırlanır, hala iltifat görür, hala yargılanmaz. aslında Allah bile onun cezasının bir kısmını burada çekmesinden yanadır, bir orangutan kemiği kadar yaşlı olmasına rağmen hala hayatta tutmaktadır zira diyetinin en azından bir kısmını bu dünyada ödemezse, öteki alemde cehenneme yeni gelenlere oryantasyon yapılırken gösterilip 'yine de kendinizi şanslı saymalısınız' denilecek tarzda işkencelere maruz kalabilir. bu sebepten ,sevgili devlet büyüklerim; belli ki çok seviyorsunuz kendisini, o halde gelin yargılayın; öte tarafta madara olmaktan kurtarın...